MEVLÂNÂ
XIII. XIV. Yüzyıllar Anadolusunda büyük bir mânevî hava esiyordu. Bugünkü vatanımızın topraklarını nur yüzlü, Mevlânâ gönüllü insanlardan mürekkep bir topluluk süslüyordu. Sayıları gittikçe çoğalan bu topluluk, baştan sona, “inanmış insanlar”dan mürekkepti.
Târihte büyük îman devirleri büyük buhran devirlerinin ardından gelir ve bâzen onlarla birlikte doğar: Anadolu’ya zaten “gaza” için gelmiş Türklerin, îman, hamurlarında vardı. Fakat bel bağladıkları büyüklü küçüklü devletlerin birbiri ardınca yıkılması, vahşî Moğol tahakkümünün Anadolu’ya da el uzatması; derebeylikleri arasındaki kardeş çarpışmaları ve iktisâdî buhranlar temiz insan gönüllerinde maddî güvenç bırakmamıştı. İnsanlar Allah’tan ve aşktan başka hiçbir hakîkate inanamaz hale gelmişlerdi.
İnandıklar, sarıldıkları, heyecan ve ıztırâbında huzur buldukları “büyük aşk” da bugün her şekliyle unutulan, ya boş bir kelimeden ibâret kalan, yâhut geçici bir maddî câzibe kıvâmı alan silik ve zavallı “dünya aşkı” değildi; sonu Allah’a varan sevgiydi.
“Tanrım! Kendi güzelliğini, önce güzel insanlar şeklinde yarattın. Sonra onların seven vücutlarda göz ve gönül olarak yine kendi güzelliğini gördün ve sevdin!” diyen şâirin lisânıyla dünyâ güzellerinde bile Allah’ı seviyorlardı.
Yıllar geçtikçe Allah sevgisinin müesseseler haline geldiği görülüyor; bütün vücutları, bugün anlatılamayacak ve anlaşılamayacak kadar büyük bir aşkla tutuşmuş sayısız insanlar yurdun her köşesinde açılan “tekke”lerde bunun için toplanıyorlardı.
Bu insanlar, sonsuz iyi ve sonsuz güzel olan Allah’ı sevmenin de yine elden geldiği kadar iyi ve o ölçüde güzel hareketlerle mümkün olabileceğine inanıyorlardı: Allah sevgisi sırlar çözen bir felsefeyle düşünülmeli, şiirle dillenmeli, mûsıkî ile seslenmeli, raks’la hareketlenmeliydi.
XIII., XIV. asırlar Anadolu’sunda bunun için mısrâları tutuşmuş şiirler söylendi; “içinden geçen havayı yakıcı ateş haline getiren” neyler üflendi; sade, temiz fakat güzel çizgili kıyâfetleriyle “sema’hâne”lerde yine alevler gibi dönen insanların raksettiği görüldü.
Bu büyük, bu derin Allah sevgisi, o asırlarda ne mûcizeler yaratmadı? Meselâ o çağlara kadar ancak Fârisî ile söylenir sanılan şiir, birdenbire, büyük Tanrı âşıkı Yûnus Emre’nin dilinde Türkçe’yi bir bülbül dili haline getirdi. O kadar ki o çağlara kadar Tanrı’nın yalnız Hz. Muhammed’i söylettiğine îmân edenler, şimdi, “Yûnus’u da Allah söyletiyor!” dediler. Tanrı, Yûnus’un şiirlerinde bu sefer Türkçe konuşuyordu.
Bu böyle bir îman havasıydı ve giderek insnları öyle içten temizleyen, o kadar “insan” yapan, bir toprağı öylesine büyük insanlar yurdu haline koyan ve öylesine “büyük işler yapmak” enerjisiyle dolduran bir çağdı ki bugün, eğer Türkiye târihinde böyle aşk ve Îman devri olmasaydı Türk-Osmanlı medeniyet ve hâkimiyetinin bir on beşinci ve bir on altıncı asrı belki de mümkün olmazdı, demek mümkündür.
***
Mevlânâ, Anadolu’da işte böyle bir îmânı duyan, düşünen, yaşayan ve türlü vâsıtalarla dile getiren insanların en büyüklerindendir.
Dâvud Peygamberden beri dînî heyecanların ifâdesine vâsıta olan ”ney”, Mevlânâ devrinde birdenbire o çağlara kadar o ölçüde duyulmamış derecede ilâhî duygu ve düşünceleri “alev-se” ler haline koymuş; şiir, böyle bir aşkı terennüm için bulunduğu seviyenin semâlarına yükselmiş; ve daha totem devrinden beri insan îman ve heyecanını hareket hâlinde ifâde eden raks, bir anda, güzel sanatların en güzellerinden biri derecesine ulaşmıştır.
Mevlânâ, Allah sevgisinin, bu üç güzel sanatın birbiriyle imtizâcından doğan ilâhî bir kompozisyonla ifâdesine yol açmış büyük bir sanat ve îman adamıdır. “İslâm dînine güzel sanatları katan Türklerdir” hakîkati, Mevlânâ devrinde böyle bir târihî gerçeğe ve târihî harekete sâhiptir. Dînî Türk mîmârîsi vatan semâlarına asîl, ince, nârin minarelerle ve onlardaki estetik çizgilerle yücelmişse; Türk şiiri, Türk mûsıkîsi, Türk raksı ve Türk’ün daha başka güzel sanatlarla ifâde ettiği, büyük “vicdân dünyâsı” da en büyük güzel’e ancak güzel sanatlarla hitâp edileceğini kavramaktan doğan hareketlerle doludur.
Meselâ Mevlevî mûsıkîsi ve onun terennüm vâsıtası olan ney, asırlardan beri onu duymak, onu anlamak seviyesinde olanlara neler söylememiştir? Bu ney insanları sıcak bir hazla içten temizlemiş, insanlara Tanrı karşısında ten kafesinden kurtulmanın ve yalnız vicdandan ibâret kalmanın şevkini duyurmuştur.
Ney ve Mevlânâ… Bu ikisi nasıl birbirinden ayrılmaz şeylerdir? Türk halkı, Türk dilindeki târihî cinas zevkiyle bu hakîkati şöyle ifâde ediyor:
“Niye halketti deme Hazret-i Mevlâ nâyı
Halka andırmak için Hazret-i Mevlânâ’yı.”
Allah’tan kopmuş ruhların tekrar Allah’a dönmek için duydukları derin câzibe, bu arada birbirlerindeki “tecelli”nin farkına varan insan şeklindeki iki rûhun yine birbirlerine karşı duydukları derin aşk, asırları kaplayan bu mânevî rüzgar devirlerindeki temiz ruhların sevgisidir. Şiirler bu sevgiyle söylenmiş, neyler bu sevgiyle üflenmiş ve “semâ’hâne” lerdeki nârin vücutlu insanlar bu sevgiyle dönüp raksetmişlerdir.
Mevlânâ, hakîkaten “büyük eser” olan “Divân-ı Kebîr” inde ve bir “Beşinci kitap” sayılan ölmez “Mesnevî”sinde işte bu aşkı terennüm ediyordu. Mesnevî insana sâdece Tanrı’yı, sâdece sevgiyi ve eşsiz sevgiliyi tanıtan bir eser değil, aynı zamanda insana “insanı” ve hakîkî insanlığı tanıtan kitaptır.
“Cemiyetleri birbirini seven insanlardan mürekkep, hareketli, çalışkan, yaratıcı, iyi ve mes’ut bir “bütün” hâline koymak mı istiyorsunuz? Onlara ihtiyaçların eseri olan gerçek ve müşterek bir îman veriniz. Bu îman en zor çağlarda bile insanları bir arada büyük duygular duymaya, büyük işler görmeğe ve büyük eserler yaratmaya muktedir kılacaktır.”
Hakîkati, Anadolu’daki kurucuları arasında Mevlânâ’nın asîl yüzü parıldayan engin bir târih çağının bize mîras bıraktığı büyük ve ibret alınacak bir mâzî yâdigârıdır.
Târih ve Tasavvuf Sohbetleri 2. baskı, sayfa: 211-214.