Bu Toprağın Sesleri

   Bizde Hâlide Edib’in Kubbede Kalan Hoş Sadâ hikâyesinde ve bilhassa Yahyâ Kemal’in  mûsıkî anlayışında bu gerçeğe temaslar vardır.

 

            Bu sazların duyulur her telinde sâde vatan

            Sihirli rüzgâr eser dâimâ bu topraktan.

 

mısrâlarında, yâhut, ışıklı dantelalar bestekârı Hâfız Post’la bütünlenen bir mûsıkî neslinden bahsederken söylenen:

          Bu neslin ortada dâhîcedir başardığı iş

          Vatan nasıl karışır mûsıkîyle, göstermiş.

kanaatinde, işte bu fikir ve inanış seslenir.

*

Anadolu’da belli başlı üç halk mûsıkîsi aynı gerçeği söyler.

Bizim Karadeniz havası dediğimiz bestelerde poyraz rüzgârı alan dağların, kıyıların sesleri vardır. Burada dağlar denizlere muvâzidir. Rüzgârlar dağlara; dalgalar, kıyılara hırçın ve asabî darbelerle vururlar. Isınmak için vücut hareketleri yapmak zorunda kalan insanların titreyişlerini andırır; kısa kısa, çabuk çabuk, âdeta kesik kesik nağmeler, bu mûsıkînin temel nağmeleridir. Karadeniz oyunlarının bir titreyiş kadar çabuk ve çevik hareketli figürleri bu seslere uygundur. O kadar ki, Karadeniz türkülerinde, tempolarında, oyunlarında, karaya vurmuş hamsi balıklarının kıyıdaki zıplayışlarına benzer, çelik parlayışlı, hançer oynayışlı ve gümüş renkli kıvranışlar görülür.

 

*

Ege denizi sâhillerindeki mûsıkîmiz ve raksımız bundan başkadır. Orada hâkim olan rüzgâr poyraz değil, lodostur. Lodosta insan ancak ağır, ağırbaşlı, uzun zamanlı ve heybetli hareketler yapar.  Halk söyleyişinin “Sarı zeybek şu dağlara yaslanır” şekline koyduğu türküde âhenk, yastığa değil, dağlara yaslanan heybetli bir vücûdun, bir arslan esniyor gibi, engin vekarını besteler. Bu iklîmin mûsıkîsinde sesler, ağır, raksında hareketler ağırdır.

 

Faruk Nâfiz’in:

                        Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden

                        Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin.

mısrâlarında işte bu raksın ve bu mûsıkînin tasvîri vardır. Çünkü Ege denizi sâhillerinde dağlar, denizlere amuttur. Rüzgârlar, Batı Anadolu’nun içerilerine kadar girerek iklîme Aydın efelerinin seslerini yayarlar.

 

Eğin türkülerinde ise, kışın karlarla kapanan yolların ardında kalan bu vatan bölgesinin gurbet ve özleyiş dolu sesleri uzar. Bu yanık nağmelerde uzun esen rüzgârın, uzun yağan karların ve uzayan hasretlerin âhengi vardır. Orada yakılan türküler:

            Eğin dağlarında bir karabulut

            Ana ben gider oldum adımı unut

Derken, sesleri, bir daha geri dönülmeyecek hissini veren, ayrılıklar kadar uzun ve hüzünlüdür.

*

Bir fanteziye çok benzeyen bu görüşlerdeki gerçekler, bizi düşündürmelidir: milletlerin yalnız millî mûsıkî ve oyunları değil, maddî mânevî bütün müesseseleri, vatan topraklarından yükselen gizli seslerle ayarlanır.

 

XI. yüzyılda Anadolu’ya gelen aynı Türklerin, yerleştikleri değişik iklimlerde böyle değişik mûsıkîler ve oyunlar yaratmaları, topraktan yükselen sesi duymalarındandır.

 

Milletler, yalnız türkü ve oyunda değil; dilde, edebiyatta, dinde, inanış; düşünüş ve yaradışta velhâsıl bütün sosyal ve medenî hayatta kendi vatanlarının bağrından yükselen sesi duymaya mecburdurlar. Anadolu’nun bağrından yükselen bu derin sesleri duymuş ve duyacak, hakîkî Türk aydınlarıdır ki bizim millî refah, kalkınma ve saâdet orkestramızın da büyük besteci ve idârecileri olacaklardır.

 

 

Amut: diğer bir hatla 90 derece açı yaparak birleşen hat.

Muvâzi: Paralel, eş.

 

N. Sâmi Banarlı, Devlet ve Devlet Terbiyesi 2. baskı, sayfa: 137-139.