BETON YIĞINLARI

            Yazları yaylada, kışları kışlakta geçirmeye alışmış; “altın pencereli, ipek sayvanlı büyük evler” diye sevdiği geniş çadırlarını, dağların, ovaların hür yeşilliklerine kurmuş; engin ruhlu, enerjik, Yörük bir milletin çocukları, zamanla, bu katı duvarlı, beton çatılı, dar hücreler içine sığmaya nasıl alıştılar?

kokler

O millet ki, hür ve seyyâl bir “çadır medeniyeti”nden, sabit bir “şehir medeniyeti”ne geçmek ihtiyacı duyunca, ulu mâbedler yüceltmiş, geniş avlular, engin meydanlar kurmuştu. Taştan veya tahtadan evlerini bol ağaçlı, geniş alanlı bahçeler ortasında yaptırmış; ufukları görmek zevkini köreltmemek için, kuleli köşkler yükseltmişti. Çok sevdiği yeni ülkesinin oyalı sahillerini mâvi veyâ yeşil ufuklu, zarif yalılarla süslemişti. Yalılarını, köşklerini, ev, saray ve mâbedlerini, çadır hâtırası, geniş saçaklarla gölgelemişti. O zevkli, o engin ruhlu, heyecanlı milletin çocukları, şimdi bu girinti çıkıntı yoksulu bu dümdüz, bu sabun kalıbı binalar, bu lahit odalar içerisine nasıl sığdırıldı?…

Bana öyle geliyor ki, fâni vücud kalıplarını yeryüzüne bırakarak, başka âlemlerin enginlerine, ölmezliklerine yükselen ruhlar için, eski vücudlarını o dar çukurlara emânet etmek hakikatte o kadar korkulacak bir şey değildir. Korkulacak şey ruhun bu vücudla bir arada iken kendini her türlü genişlik, ferahlık, enginlik zevklerinden mahrum ederek, aynı dar çukurlara benzer şu yerlere canlı canlı hapsedilmesindeki acizde, gerilikte, çaresizliktedir…

 

Nihad Sâmi BANARLI, İSTANBUL’A DÂİR, 1986, S: 83-84.