Verak-ı Mihr ü Vefâ

Eski şâir :

Gül’e gûş ettiremez yok yere bülbül inler

Verak-ı mihr ü vefâ’yı kim okur kim dinler

diyordu. Aşk ve hicran feryatlarını bir gül’e duyuramayan bülbül, hangi bülbüldü? Bu sıcak feryatları bir türlü duymayan gül ne çeşit gül’dü. Burası, şimdi hâyli meçhuldür. Fakat bu sözün asıl mühim tarafı, vefâ ve aşk lakırdılarını, bilhassa, doğru sözleri, yazılı olsun, sözlü olsun, ne okuyan, ne de dinleyen olur! Demek isteyişidir.

Beypazari_Tasmektep_06065Bu, eskiden beri böyle olmakla berâber, eli kalem tutanlarla dili cümle dizenler, durmazlar; verak-ı mihr ü vefâ’yı, yine de, hem yazar hem okurlar.

Kime?

İşte İstanbul hikâyesi ve benzerleri şimdi, böyle bir Verak-ı mihr ü vefâ’dır.

Daha Türkiye’deki ilk kuruluşumuzdan beri, bizim şehirlerimize, düzden olsun,  tepeden olsun, uzaktan bakanlar bile, gördüklerinin bir Türk şehri olduğuna ilk anda hükmederlerdi.

Çünkü bu şehirlerin tamamıyla Türk yapısı bir mîmârisi vardı.

Müslüman – Türk medeniyeti boyunca, her Türk şehri bir kubbeler ve minâreler şehri hâlinde yükselirdi. Madame Bovary müellifi, hayalleriyle yaşayan kahramanına Şark’ı hayal ettirdiği zaman, güzel Emma’nın gözlerinin önünde nârin Türk minâreleri yükselirdi. Bu minâreler de kubbeler de diğer islam mîmârilerinden farklı, birer millî çizgiydiler. Hele minâre, yalnız dînî değil, aynı zamanda millî bir mîmâridir. Allah’ın adını, göklere, bu adın ilk harfi gibi, Elif Elif yükselen minârelerden haykırmak o zaman yalnız yukarılık duygusu taşıyan Türk milleti’nin bir inanış üslûbu idi. Türk minâresi’ni bu üslûb yaratmıştır.

Nihad Sâmi BANARLI, İstanbul’a Dâir, 1986, s:35-36