MİLLÎ TEKEVVÜNÜMÜZDE YÛNUS EMRE’NİN YERİ, 1. KISIM

Yûnus Emre Anadolu’daki Türk medeniyetimizin mânevî mîmârîsinde büyük vazîfe görmüş bir tefekkür şâiridir.
Bir vatan, gözlere maddî bir varlık gibi görünürse de onun millî ve medenî mîmârîsinde onu kuran ve yücelten millet büyüklerinin derin mâneviyâtı vardır.
Her vatan, o vatanda yaşamış ve yaşayan duygu, düşünce, îman ve sanat adamlarının hizmetleri ve eserleriyle süslenir; böyle eserlerin maddî ve mânevî temelleri üzerinde yükselir.
Türk vatanı bundan dokuz yüz sene evvel Türk gücü ile İslâm îmânının birleşmesinden doğan kuvvetle alınmıştı.
Türk gücü ile İslâm îmânının birleşmesinden doğan kuvvet!…
Bu kuvveti tanımanız lâzımdır.
Çünkü XI. asırdan başlayarak Türkiye Türklüğü yeni bir vatan ve yeni bir medeniyet kurma yolunda ne yapmışsa bu kuvvetle yapmıştır. Mesela biz, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesine gelmeğe Asya’daki eski asırlarımızda karar vermiştik: Eski Türklüğün destan kahramanı Oğuz Han o zamanki Asya Türklerine: “Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez. Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öylesine genişletelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun!” derken, kudretli milletine Karadeniz ve Akdeniz ufuklarını gösteriyordu. Fakat Türkler defâlarca Karadeniz’in yukarısından Balkanlara indikleri halde meselâ İstanbul’u alamamışlardı.
İstanbul’u alamamış ve Türkiye’yi vatan edinememişlerdi. İstanbul’u tek başlarına İslâm kuvvetleri de alamadılar. Büyük İslâm Peygamberinin müjdelediği şehir olmasına ve devamlı kuşatmalara rağmen Müslüman Arap orduları bu beldeye sâhip olamadılar. Yani İstanbul’u almak için Müslümanlık da kâfi gelmemişti. Kader istemişti ki, Türkler Müslüman olsun; Türk gücü ile Müslüman îmânının birleşmesinden doğan kuvvetle gelsin, hem İstanbul’u alsın, hem de bu beldenin medenî ve ebedî sâhibi olsun.
Hâdise aynen böyle olmuştur.
Bunun içindir ki bundan 900 sene evvel Anadolu’nun fethi târihi alelâde bir savaş ve istîlâ târihi değil, bir gazâ tarihidir.
O çağlar Türklerinin emelleri gazâdır.
Gazâ, îman nurundan mahrum ve karanlıkta kalmış ülkelere bu îmanın ışığını, aydınlığını götürmek için yapılan savaş demektir. Atalarımız Türkiye topraklarında bir gâziler ordusu hâlinde dövüşüp, bir şehitler ordusu hâlinde ölerek bize baştanbaşa evliyâ türbesi bir vatan bırakmışlardır.
Bugünkü Türkiye topraklarının iklim ve manzarasında görülen mânevî güzellik, onun yerinde, semâsında böyle ilâhî çizgiler bulunmasındandır.
Yalnız Osmanlı târihinde Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad-ı Hüdâvendigâr Gazi gibi isimler, hakandan Mehmetçiklere kadar Anadolu fâtihlerinin birer gâziler ordusu olduğunu gösterir.
İşte bu savaş ve îman asırlarında düşmanla dövüşen askerlerimize düşmanlarına bile insanca ve şefkatli davranış yolunda derin bir ruh ve vicdan terbiyesi veren Anadolu erenleri’nin başında Yunus Emre’nin büyük hizmeti vardır.
Yunus emre ve bütün Anadolu erenleri, islâm imânını Türk’ün inanma üslûbu ile birleştiren büyüklerdir. Onlar Türk rûhuna derin bir Allah sevgisi ve o ölçüde büyük bir insan sevgisi, bir insanlık aşkı ve gurûru işlemişlerdir.
İnsan denilen fânî vücudun rûhunda gizlenen ilâhî kudreti bilmek, onu bulmak ve onunla ancak ona lâyık insanların yapabileceği büyük işler yapmak kudret ve heyecanını, o devir Türkleri, böyle bir duyuş, düşünüş ve inanış kaynağından aldılar.
Bir dîne inanan milletler, o dîne kendi üslûplarıyla inanmaz ve ona kendi sanat ve vicdan dünyâlarından yeni hamleler katmazlarsa dinler canlılıklarını kaybedip yaratma ve yükselme kudretlerinden uzaklaşırlar.
Anadolu Erenleri, Türk milletine körükörüne inanışın değil, düşünerek, arayarak, aşkı ve hicrânı gönüller dolduran Allah’ı kendi vicdanlarında bularak inanmanın sırlarını öğretmişlerdir.