Bir Atabek’in ölümü

 

Bir kal’a düştü. Nihad Samî Banarlı’nın ölümü ile bir millî şuûr ve îman kal’ası yıkıldı. Nihad Samî Banarlı denen bilgi, irfan, îman ve hamâset âbidesi, târih ve edebiyat kültürünün dört başı mâmur kudreti ile millî şuûr ve millî îman kapılarını zorlayan adamdı.  O, memleket dâvâsını îman hâline getirmiş kimse, bu dâvâ yolunda içi yanan insan, Müslüman-Türk rûhunun gece gündüz sönmeyen ocağı idi.  Bu yüzden de Banarlı’ya bir vatan sevdâlısı, bir vatan meczûbu dense revâdır. O fikir mihrâbı belirli insandı. Bu yüzden de, doğrulmuş olduğu istikametten kıl kadar şaşmaz, inanmış olduğu dâvâ uğruna, sırasında bütün bir karşı zümre ile, sırasında ise teke tek dövüşmekten yılıp usanmazdı.

NSB_3[1]1

Nihad Samî Banarlı’nın, en genç yaşından hemen son senelerine kadar hocalık kürsüsünden gençliğin üstüne akıttığı sağlam bilgi, millî şuûr, irfan ve hâttâ hikmet nasîbine, hocaların atabek sayıldığı zamanların mîrası ve devâmı denebilir. Banarlı, hocanın ve hocalığın yüceden yüce şerefinin lezzetine varmış ve kutsîyetine inanmış insandı. Bu yüzden de o, Türk târihini hazırlayan, cemiyete dünya görüşünü, insânî ve medenî yapısını veren fikir inşâcısı atabekler devrinden süzülüp gelerek geçmişi hâle bağlayan bir atabek idi. Müslüman-Türk terbiyesinin vekar ve kibarlığının yaşayan örneği olmuş bulunan Banarlı’dan yetiştirdiği binlerce gencin ruh bünyesinde bir çizgi, bir iz, bir eser bulmak mümkündür. Düşmana karşı en têsirli silahın ilim ve irfan olduğuna inandığı için, cehille fakirleşmiş nesillerle karşılaşmak onu son derece tedirgin eder, ıztırap verir, kahreylerdi. Bu yüzden de, ölüler arasında yaşayan kimseye benzememek için, câhillerle ülfet etmekten şiddetle kaçınır ve öğreticiliği tezgâhında dokuduğu talebelerini, bilgi ile sağlama alınmış bir kafa, terbiye ve disiplinle düzen bulmuş bir ruh sâhibi olmuş görmek isterdi.

 

Bir memleketin yükselmesinde veya seviye kaydetmesinde birinci derece mesûliyetin, maârif ordusuna düştüğü, inkâr götürmez bir gerçektir. Târihin yalan bilmez dudağı, asırlar boyu buna şâhit olagelmiştir. Dünyanın her devrinde ve hemen her kıt’asında da aynı gerçek hükmünü sürerken, el ele vermiş ve üst üste tabakalaşmış yüzyıllar içinde, hassaten Türk cemiyeti, başka milletlerin boy ölçüşemeyeceği bir sadâkat ve asabiyetle, ‘’hoca’’ denen fikir ve ruh inşâcısının etrâfında peteklenip sarmaş dolaş olarak şekil ve nizam kazanmıştır. Onun için de tasfiyeli bir ruh yapısına ve ibâdet kabul ettiği bir eğitim ve öğretim aşkına sâhip bulunan ‘’hoca’’, talebesi için bir öğretici olduğu kadar, hayâtı boyunca bir müşâvir eleman, Cibrîl huylu rehber olmuş, bilhassa, kendinde çekirdek hâlinde bilkuvve mevcut bulunan prensipleri, elinin altındaki istîdatların idrakleri zemîninde ekip yeşertmiş, böylece de tohum halindeki fikri fiile çevirmek üstünlüğüne ve irtifâına yetmiştir. İşte bu yüzden de, vasıflı ve kemâlli insan yetiştiren üstün metotlu Türk eğitimi ile el ele vermiş millî ve İslâmî prensipler, toplum içinde aktif hâle gelebilmiştir. Bu bir zaferdir. Bin yıllık Türk târihi içindeki yükseliş ve medeniyet dinamosunu dolduran bu enerji, atabeklerin zaferidir.

 

Yüksek ahlâk prensiplerini, Türk’ün insânî karakterini, cihat ve hâmaset rûhunu hazırlayan ve yaşatan bu mânevî zenginliği, içtimâî yapının en muhafazakâr ve sağlam hücresi olan âile kabuğu içinde emniyete alan, tek kelimeyle zaferini cemiyetin bütününde ifâdelendirmeye muvaffak olan atabeklerin himmetleri, yalnız biz Türkler için değil, bütün dünyânın selâmeti için örnek tutulacak topsuz tüfeksiz başarılmış ve kazanılmış bir mukaddes cihattır. Öyle ki millî iffetin teşekkülünde, kahramanlık ve celâdetle atbaşı giden insaf ve adâlette, hele Ortaçağ’ın vahşî ve zâlim savaş ahlâkına sırt çevirişte, hulâsa, Türk’ün dünyâya nam salmış beşerî ve ruhî düzeninde atabeklerin, öğrettikleri kadar örnek teşkil eden ferdî hayatları, şahsî meziyet ve değerleri ile cemiyet içinde birer prototip oluşları, yükseliş asırlarımızın toplum nizamları üstüne bu gürül gürül akan feyizlerinden ve kemallerinden ileri gelmiştir. Böylece, hocanın ana-baba saygısı ile yarışan itibâr, şan ve şerefi, belki de şu gök kubbe altında eşine rastlanmayan üstünlük vasfını asırlar boyu muhafaza etmiştir. Bu nüfuz, vekar ve tesîri elden bırakmadığı müddetçe de, Müslüman-Türk cemiyeti, gerek fütühât, gerek medeniyet yolunda dünyâya parmak ısırtmış, hükmünü, buyruğunu üç kıt’a üstüne dalga dalga yaymıştır.

 

Pâdişâhı, câmide bile hocasına ayağa kaldıran bu zihniyetin mûteber tutulduğu zamanlarda, sadrâzamlar, krallara “Birâderim” diye hitâp edecek irtifâ ve kudret basamağına yükselmiş, aman dileyip imdat isteyen devletin kralları, esir düştükleri haçlı dindaşları olan hükümdarların ellerinden kurtarılarak tahtlarına iâde edilmiş. Türk patronajı altına giren kavimlere ise içtîmâî adâlet, vicdan hürriyeti ve iktisâdî gelişme imkânları bahşedilmiştir.

 

Yirminci asır garp âleminin gaddar, bencil ve alabildiğine istismarcı müstemlekecilik politikasıyla kıyaslanamayacak Türk efendiliğinin ve hâkim devlet psikolojisinin yumuşak çehresini şiddet, vahşet, zulüm ve gaddarlık gibi beşerî zaaflardan arınmış ehlî tutumunu hazırlamakta, gene et tırnak gibi, gençlikle ayrılmaz bir bütün olmuş bulunan atabeklerin zafer payı çok büyüktür. Öyle ki, yüklü e dolgun kafası, olgun, tasfiyeli ve kontrollü rûhu ile, gençliğin maddî yapısı kadar menevî bünyesini de şekilleyip âbideleştiren atabekler an’anesi, bugün Türk târih ve tâlîinin en tebcîle ve örnek alınmaya sezâ bir kültür mîrâsı olduğu kadar, kurtuluş yoludur da.

 

Nihad Samî Banarlı, bir edebiyat hocası, edebiyat  târihçisi ve değerli bir müellif olmamış, böylece, memleket irfânına kendinden hiçbir değer katmamış olsaydı da, Yahyâ Kemâl gibi son asır Türk şiirinin âbidesi bulunan bir millî sanat kıymetini ölümden kurtarmış olmasıyle ebediyen baş tâcı edilmeye değer mücâhitler safında yer almaya hak kazanmış demekti. Nasıl derûni bir icbar, nasıl anlaşılmaz ve anlatılmaz bir rûh hâletidir bilinmez, Yahyâ Kemâl, hâl-i hâyatında hiçbir eserini kitap halinde toplayıp neşrettirmemiştir (1).

 

Şiirleri dahi mecmuâ ve gazete sütunlarında kalmış olan büyük şâir, fikir ve duygu bereketlerini sağladığında derleyip toplayarak kitap hâline getirmemişse de “fazlına ve fâziletine” inandığını bildirdiği vefâlı ve sâdık talebesi Nihad Samî Banarlı gerçekten, hocasının metrûkatından, memleket irfânına âbide üstüne âbide dikmek fazlını ve fâziletini göstermiştir. Birer mensur şiir zevki taşıyan makâleleri, hâtıraları, bilhassa yakın târihe ışık tutan mülâhaza, mütâlaa ve tesbitleri, bütün bu damla damla birikmiş zihin ve duygu hazîneleri, Nihad Samî Banarlı’nın eline geçmemiş olsaydı, Türk edebiyâtı târihinin, Yahyâ Kemâl’i bir bütün olarak hakîkî çehresiyle tanımasına imkân olamazdı.

 

Sevmek, sevdiği ve inandığı dâvâ ile münâsebette ve alışverişte olmak demektir. Yâhyâ Kemâl’i sevenler, sevdiklerini zanneden veyâ iddiâ eyleyenler vardır. Ancak bir taraf iddiâda kalırken, Nihad Samî Banarlı, Yâhyâ Kemâl’in fikir ve san’at bünyesini bir ilmî- edebî teşrih masasına yatırıp titizlikle anatomisini yapmış onbeş sene süren, geceli gündüzlü çalışmasının sonunda da Yâhyâ Kemâl’in fikir ve san’at ağacı, mahsül ve meyveerini kültür hayâtımızın üstüne döker olmuştur. Şunu bilmek ve îtirâf etmek gerekir ki büyük şâirin metrûkâtı, Banarlı gibi uzun yıllar onun san’atı ve fikriyâtı çevresinde haşır neşir olmuş kifâyetli ve kudretli bir otorite tarafından ele alınmamış olsaydı, o pâre pâre, didik didik kâğıt parçacıklarından, ilmî esaslara uyarak şâheserler meydana getirmek mûhal ender-mûhal idi.

 

Bir de sâhasının ciddî ve sağlam söz sâhibi olduğu kadar, ihlâs ve îmânla da kendini sipere almış bir inanmışı olan Banarlı’nın bu olmazları oldurmaktaki gâyesini yalnız, hocasına bağlılık ve hayranlıkla îzah mümkün değildir. O, Yâhyâ Kemâl gibi voltajı çok yüksek bir şâirin, Türk târihinin en az bin yıllık sâhifeleri arasından toplayıp san’atı kadehine koyduğu celâdet ve hamâset mâcerâlarının muhteşem heyecan ve îmânını, Türk milletine de tatdırmak istiyordu. İstiyordu. Zirâ şâirin aşk sınırına dayanmış lirizminde, Türk milletine bir: “Uyan” işâreti vardı.

İşte onun içindir ki Nihad Samî Banarlı, hocasının çetrefil ve âdeta birer bilmece dilsizliği ile susmakta olan sandığının üstüne diz çökerek, o altından kalkılmaz yükü bir ibâdet huşûu ile sırtladı, taşıdı ve bilmeceleri ilim anahtarıyla çözüp Türk milletinin irrân hayatına aksettirdi. Acıklı, belki de kasıtlı bir ihmâl ile, şâirin yüzüstü bırakmış olduğu bütün o perâkende ve dağınık yazılar, Yâhyâ Kemâl’in fikriyâtı umânında kulaç atmasını bilmeyenleri muhakkak ki boğardı. Amma Nihad Samî Banarlı, Yâhyâ Kemâl’in düşünce ve sanat deryasında yüzmesini bilen adamdı. Öylesine bilen adamdı ki, güreştiği hırçın ve coşkun dalgalara rağmen, dalıp dalıp derinlerinden yakaladığı cevherler arasında, onun sanatı kadar bu sanata zemin hazırlayan dünya görüşünü, iliklerine işlemiş îmânının ana çizgilerini bulup çıkarmanın da üstesinden geldi. Nihad Samî Banarlı, Yâhyâ Kemâl’in metrûkâtı sandığının başına oturmadan evvel, şâirin çok taraflı, bir o kadar da kapalı iç bünyesinin mü’min yüzünü hemen hemen bilen yok gibiydi. Zîra büyük sanatkâr, hayâtı boyunca derûnî mâcerâsının yüzünü “gâv-i bahrî”nin sâhilleri bıraktığı mücevherleri çamurla sıvayanlar gibi, açığa vurmaktan îtinâ ile kaçınmış, hatta kaçınmaktan da öte bir asabiyetle yârdan da ağyârdan da gizleyip saklamıştı. Ancak bu saklanan sır, sandıklardan çıkıp Yâhyâ Kemâl Enstitüsü’nün seri neşriyâtıyle, güzel yüzünden peçeyi kaldırınca, sanatkârı idare eden, ona, belki kendinin dahi bilemediği çocukluk yıllarından bu yana, şevk ve heyecan gücü olmuş bulunan gerçek kaynak da böylece meydana çıkmış oldu. Yoksa enstitü neşriyâtı başlayıp, sır, sırlığını henüz kaybetmeden, şâirin ölümüyle berâber, sol ideolojilerin politikacı edebiyatçıları, onu da kendileri gibi bir ate, millî söyleyişleri mânevî heyecandan kuvvet almamış bulunan inançsız, kupkuru bir şâir olarak damgalama kampanyasına başlamışlardı bile. İşte Nihad Samî Banarlı, Yâhyâ Kemâl denen vatan, imân ve aşk şaîrinin, ezel anasının sütüyle beslenmiş müstesnâ bahtlılardan olduğunu, kendi dilinden ve elinden dökülen vesîkaların ve fotokopilerin şehâdetiyle ortaya koydu. Böylece de hocasını, halde ve gelecekte, hiçbir kasıtlı hücûmun yerinden oynatamayacağı tahtına çıkarıp oturttu. Memleket gençliği, bugüne kadar Nihad Samî Banarlı’nın elinden bir yudum irfan suyu dahi içmemiş olsa, onun Yâhyâ Kemâl gibi bir vatan şâirini mânevî ölümden kurtarmış olmasının şükrânını ebediyen unutmaması gerekir.

Ey bütün atabekler, Beyatlı’lar, Banarlı’lar! Türk târihi ve Türk’ün düşman kîni ile kan ağlayan yüreği, size minnet duyuyor, sizi çağırıyor, sizi istiyor!..

Bir mânâda öldünüz. Amma fikrinizle, imânınızla, sanatınızla yaşıyorsunuz. Bu fikir, bu imân, bu sanat dirilip çoğalıp geri gelsin… Türk milleti, mânevî zürriyetinizi bekliyor. Gönül vereceği, gönlüne gireceği sizi, siz atabekleri bin can ile gözlüyor, bin can ile istiyor!..

(1)     Yahyâ Kemâl Beyatlı’nın kânûnî vârislerine intikal eden metrûkâtının müştereken neşri inhisârını temin etmek yolunda Nihad Sâmi Banarlı ile İstanbul Fetih Cemiyeti Reisi Yüksek Mühendis Ekrem Hakkı Ayverdi’nin seneler süren ihlâslı ve ferâgatlı gayretlerini tâkîbetmiş olanlar,her iki zâtın da bu yolda katlandıkları müşküllerin âdil şâhididirler. Yahyâ Kemâl metrûkâtının kânûnî vârisleri ile anlaşmaya varıldıktan sonra da artık eski harfleri okuyanların hemen hemen kalmadığı bir devirde,sandıklar dolusu bu   tasnifsiz kâğıt yığınları,teker teker Banarlı’nın elinden geçip metinler ve müsveddeler mevzûlarına göre tanzIm ve tertîb edilerek,tek cümlesi dahâı müdâhale ve tasarrufa uğramadan,gene Nihad Sâmi Banarlı’nın büyük himmetiyle kurulmuş olan Yahyâ Kemâl Enstitüsü neşriyâtı arasında memleketin irfan hayâtına sunulmuşdur. Bu ilmî-edebî neşriyat faaliyetinde,liyâkatiyle kendisine yardımcı olmuş bulunan Şeyma Güngör Hanım’ı da yâdetmek bir borçdur.

 

 

(*)Sâmiha AYVERDİ- Âbide Şahsiyetler, 1976,Birinci Basılış, Sayfa 222-230